31 Aralık 2014 Çarşamba

Doğa karşısında çırılçıplak : Peter Benchley’in Çıplak Deniz’i üzerine bir eleştiri


Bu yazı daha önce arkakapak.com'da yayınlandı


Bir duygudan diğerine uzanan yolda bütün arzuların, sorumlulukların ve mekânın önemini kaybetmesi… Bir kitabın bunu sayfa sayfa yaşatması okurken akıp gitmesi için yeterlidir. Bunu yaşatabilen bir kitap, “samîmî” sıfatını hak etmekle beraber, sizi kitabı okurken yaşadıklarınız üzerine daha fazla düşünmeye itecektir. The Girl of the Sea of Cortez, Türkiye’de yayınlanmış ismi ile Çıplak Deniz, okuyucuyu işte bu hislerle doldurmaktadır.

1940 yılında New York’ta doğan romancı Peter Benchley, Amerika’nın ünlü edebiyatçı ailelerinden Benchley’lerin üyesidir. Büyükbabası bir güldürü yazarı, babası romancı olan Benchley; edebiyatın peşinden koşmaya başlamadan önce, 9 yaşında denizle tanışmıştır. Büyük ilgi duyduğu deniz hayatı ve bu konuda kazandığı deneyimler onun 40 yıl içinde akıllarda terör estiren “süper korku romanlarının”[1] yaratıcısı olarak tanınmasına giden yolu açacaktır.


Benchley’in ilk romanı Jaws – Denizin Dişleri dünyada satış rekorları kırdı: 490 sinemada filmi gösterilen Jaws, 6 ayda 6 milyon sattı. Jaws, 1974 yılında Türkiye’de Altın Kitaplar tarafından basıldığında bültenlerde şu cümle dikkat çekmekte idi: “Bu film yüzünden Amerikalılar denize bile giremiyorlar.” Aşk ve tehlike kavramlarıyla örülmüş bu roman Türkiye okuyucusunun da ilgisini çekmiş olacaktı ki, Benchley 70’lerin sonunda kendisine bir okuyucu kitlesi edinmiş bulunuyordu.

Peter Benchley’i Jaws ve Beyaz Köpekbalığı kitaplarıyla tanıma eğilimimi buradan gelmektedir. Garip ve korkunç “deniz canavarlarını” anlatan bu kitaplar sonrasında 1980’lerde, Benchley üç roman daha yazmış, ancak bu romanlar ilk ikisi kadar satmamıştır. Buna rağmen, bu yazıya konu olan The Girl of the Sea of Cortez kitabı, Benchley yazınında adeta farklı bir nefes kabul edilmektedir.

Parçacıkları birbirine dolanmış gibi benzer atmosferlerde yaşayan iki varlık… Kitabın giderek daha fazla hissettirdiği, ama kitap boyunca da bir türlü emin olamadığımız düşünce bulutunun içinde yazar bu. Çıplak Deniz’in başkahramanı Paloma, varlığı deniz yaşamına doğallıkla adanmış genç ve cesur bir kızdır. Bu durum ona, öykünün anlatılmasından kısa bir süre önce öldüğünü sandığımız babası tarafından miras bırakılmıştır ve deniz ile onun sakinlerine karşı Paloma’nın geliştirdiği bu derin alâka; geçimini çoğunlukla denizden sağlayan bu küçük California adasındaki halkça genç kızın garipsenmesine yol açmaktadır. Denizde zaman geçirmek onlarca kadınlara mahsus bir iş değildir. Paloma’nın öyküsünde eksik kalan düşman kavramını ise genç kızın aksine babasından deniz adına öğrendikleri sadece mekanizmadan ibaret olan erkek kardeşi doldurmaktadır. Nitekim dişli bir şekilde kızkardeşiyle sürdürdüğü denize muktedir olma çabasını “içinde yer almayan o his” yüzünden kaybetmekle karşı karşıya kaldığı her anı Paloma’ya kurduğu plânlarla telâfî etmektedir.

Benchley’in kendisini Paloma’nın yerine koyduğunu ve doğaya yapılan eziyetler karşısında nasıl ızdırap duyduğunu bu şekilde aktarabildiğini düşünenler çıkacaktır. Kendi adıma bu düşünceyi yanlış bulmuyorum. Benchley, uzun süre “insanları köpekbalıklarının katil olduğunua inandıran adam” olarak medyada dikkati üzerine topladı. Bu bilinçli bir şekilde kurulmuş bir sahne olmamalıdır. Zira, Peter Benchley denizle ve doğayla ilgilenmeye başladığı andan itibaren insanların yaptıkları ile bozulan ve dengesizleşen doğanın karşısında yer aldığını söylemiştir.

“Benchley Ulusal Çevresel Savunma Konseyi üyesiydi ve Okyanuslar Programı sözcüsüydü. Bir konuşmasında Jaws hakkında şu ifadeleri kullandı: Güncel Jaws’da köpek balığı kötü karakter olmazdı, kurban olarak yazılırdı. Dünya çapında köpek balıkları zalimlerden daha çok ezilmektedir. Benchley ayrıca, Bermuda Sualtı Araştırma Enstitüsü’nün kurucu üyelerindendir.[2]

Çıplak Deniz’in diğer Bencley kitaplarından “bir adım daha öteye gittiği” diğer bir nokta da, sadece kendisini genç kızın yerine koymakla kalmayıp; genç kızı da birçok hissi paylaştığını alt metinlerle ifade edilmiş bir manta balığının yerine koyuyor olmasıdır: Kitapta öylesine büyük bir balık resmedilmektedir ki en büyük zevki bütün zamanını tuttuğu nefesle balıkların yaşam alanına dalarak onları gözlemlemek olan Paloma balığı üzerinde süzülürken gördüğünde “Güneşi kapattığını” düşünmüştür. İnsanların kendilerine rastlamış imkânları hor kullanması ve açgözlülükleri ile sebep oldukları yüzünden yaralanmış olan bu koca balık, Paloma tarafından iptidaî de olsa tedavi edilir ve denizin derinliklerine gönderilir: Çok sıradışı bir durum! Herhangi biri onu yakalayıp kilolarca et elde edebilirdi.

Kitaba hakim olan deniz maceralarının temelinde okuyucu hep şu temayı fark edecektir: Dokunaklı. Bilmediği her şeyden korkmaya ve korktuğu her şeyin yerini almaya programlanmış insanoğlu için gerçekten de yepyeni bir nefes olan Çıplak Deniz, insanların korktukları her şeyden bile daha tehlikeli olduklarını haykıran alçakgönüllü bir işaret gibidir.

                                          


[1] “Superthriller – A novel of relentless terror” : 1974 yılında Altın Kitaplar’dan çıkan ilk Jaws romanının arka kapağında Amerika baskısından bir kesite yer verilmiştir.

[2] The Royal Gazette’de “Make your company a world wide known name with us!”başlıklı ve 20 Şubat 2013 tarihli makaleden alıntıdır.




24 Kasım 2014 Pazartesi

Hakikatimiz ve Hakîkatimiz Sandıklarımız Üzerine

 Öncelikle, dört günlük bir düşünme sürecinin ardından gelen dinelmiş düşünceler ve kutsanmış; eski şarkıların eşliğinde yazıyorum bunları sana.


 Ruhumuzun temeline nasıl da sokmuşuz ödülü ve cezayı. Nasıl da bekliyoruz bir davranışın övülmesini, yerildi ise nasıl da kapanıyoruz kendimize? Nasıl da o bazı sınırları geçmiyoruz-geçemiyoruz? Fazlasıyla temiziz her birimiz kendimize göre çünkü. Çook temiziz, herkes kirli! Kısasa kısas usûlü ile, hayatımız geçiyor.



 Dönüp dolaşıp kendimize varıyoruz. Çünkü yok başka gidebilecek yerimiz. "Bedel" istiyoruz. Sonra fark ediyoruz, istememeliyiz. Kendimize öyle kızıyoruz ki; "hadi" diyoruz, "çemberimin başladığı o noktaya yeniden döneyim! Ne güzel bir noktaydı orası!" Hâlbuki sevdiğimiz, o başlangıçlar... Bir bedel gibi kabûl ederiz gerisinden geleni. "Ödül" ederiz bir sonraki "çemberin gelişini". Nietzche demişti, hatırla, hâlbuki: "Nerede duyulmuş ki, bir annenin çocuğunu seviyor diye bedel istediği?"



 Biz, kısasa kısasın hâlâ derinliklerimizde olduğunu hissettiğimiz anda sonuna kadar götürdük, birbirimizi tamamen inkâr etmek istedik ki, kaybettiğimiz şeyi başka gözlerle arayabilelim. Evet o zaman Kutsal Kitap'ı boşuna okumadığımızı anladım. Kutsal Kitap bizi kurtardı.

6 Temmuz 2014 Pazar

Gerçeğin bir üstü: Canetti ve Kulakmisafiri üzerine bir eleştiri



Bu yazı daha önce blog.babil.com'da yayınlandı





 İlk romanı Körleşme ile tanınan Bulgaristan doğumlu Avusturyalı romancı, oyun ve deneme yazarı Elias Canetti; yazdığı ilk yıllardan itibaren “kitle” konusu üzerinde yoğunlaşmıştır. 1935’te yayınlanan Körleşme’de bir bilim adamının kitaplardan oluşan, gerçeklerden kopuk dünyasını delip geçen bir kadını işlemektedir. Bunu yaparken aslında Avrupa kültürünün yıkılışını anlatan Canetti; gözlemlerini o kadar hassas bir dönemde yapmıştır ki, üzerinde durduğu konulara tesadüf denilemez. Bunun sebebi ise çocukluğuna rastlayan 1911 yılında İngiltere’ye göç etmeleriyle Canetti ve ailesinin savaşa tanıklık etmiş olmasıdır.

 Onu bir toplumbilimci sanan kişilerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Özellikle Kitle ve İktidar adlı eserinde kitle kavramından daha çok onun simgeledikleriyle ilgilenmesi ve dahası, Kate O’brian’ın Canetti’yi James Joyce ile karşılaştırması bu kanıyı yaygın hâle getiren etmenlerden olabilir. Karşılaştırmanın sonucunda O’brien, Canetti’nin Joyce’dan daha karanlık ve mantık dolu olduğu sonucuna varmıştır. Kitle ve İktidar'dan önce yazdığı Düğün ve Kendini Beğenmişlik Komedyası oyunları, anlaşıldığı üzere Canetti’ye Kitle ve İktidar'ı yazacak bilgi gücünü sağlamıştır. Kırk yıla yakın çalışma süresinin ürünü olan bu kitapta Canetti faşizmin temelindeki en önemli iki olguyu başlığa 
koymuş ve bunları antropolojiye dayandırarak incelemiştir. 

 Kitle konusu ne kadar tesadüfse, Canetti’nin elli birbirinden ilginç karakteri yarattığı bir kitabı yazması da o kadar tesadüftür: Canetti karakter yaratmadaki ustalığıyla bilinmektedir. Bu da bizi okuduğunuz yazının kıyısına getiriyor. Körleşme’de yeryüzünde yaşayan herkesi simgeleyen dört, hatta beş karakter yaratan Canetti; Payel Yayınları’ndan çıkan Kulakmisafiri Elli Karakter’de, karakter yaratmak isteyenlere gerçek bir ilham kaynağı olurken; okuyucuya da bir ince eleştiri ve muziplik deneyimi yaşatmaktadır. Kitaptaki elli birbirinden garip karakterin kişiliklerinde etkileyici olan, kendilerine özgü “deli mantığı” ve toplumun geleneklerine getirdiği keskin uçlu eleştirilerdir. Bu eleştirilerin keskin ucunu Canetti, gerçeği alıp gerçekdışıymış gibi göstererek yapmaktadır. Göze batmaması için de bunu yaparken bir detaylar silsilesi ile okura, okuduğu sahneyi adeta göstermekte, yeni gözlerde yeni biçimler alacak yeni dünyaları yaratmaktadır.

 Kulakmisafiri Elli Karakter’i okuyacak olanlar zaman zaman sınır tanımaz bir sınırlılığın, zaman zaman cinselliğin, tüm insan ilişkilerinin, bazen sapkınlığın izlerini yaratılan karakterlerde bulabilecektir. Her biri kısa birer öykü –ancak sonları olmayan sabitfikirlilerin hayatları gibi sarmal birer öykü- olan bu karakter anlatımları kitapta gülmece biçiminde sergilenmektedir. 

 Daha önce oyunlarında sadece parasal düşüncelerin egemen olduğu bir küçük burjuva ortamını “sert bir gülmece” ile eleştirmiş olan Canettinin Kulakmisafiri Elli Karakter’de yine bunu yaptığını belirtmem gerekir. Kanımca aynı durum bu kez farklı kılıflar içerisinde sunulmuştur çünkü, Kulakmisafiri Elli Karakter’in dünyası gerçeğin başka bir tarafında, belki “bir üstünde” bir dünya yerine geçmektedir. Burada, ya gerçeğin bir parçası olup kitle çılgınlığı içerisinde kendinize bir yer bulacaksınızdır; ya da Canetti’nin elli karakteri gibi kendi dünyanıza çekilip garip ritüellerin “esiri” olacaksınızdır.

 “Kafadaki dünyanın” adamı Elias Canetti’nin bu eserini yayınlayan Payel Yayınları, okuyucuya sunduğu bu gerçekten pek farklı deneyim ile –diğer kitaplarını da inceleyince gördüğüm kadarıyla- çizgisini kanıtlamaktadır.

 Dönüşüm, kitle, insanların nasıl olup da böyle birer “toplum çöküntüsü” yaratabildikleri veya güç kavramının getirdiği sorunlar... Tüm bunların üzerine düşünmek ve kendi kendimizi biraz daha iyi anlamak için sizleri Canetti’nin bir üst dünyasına davet ediyorum. Biraz daha bağımsız olabilmek sanıyorum bağımlıları ve bağımlılıkları anlamakla mümkündür.

9 Mayıs 2014 Cuma

Rüzgarı Dinle


Ve gitti geldi şarkı
Zamanlar harcandı 
Saklanarak geçti
Böylesi heyecanlı

Gülmekle gülümsemek
Ya da hepsini kaybetmek
Biraz zaman aldı
Biraz zaman aldı


Rüzgarı dinle
Müziği bırak
Rüzgarı dinle
Müziği bırak sen.

Yüzünün üstüne
Düş
O giderken
Dans et orda
Mavilikte

Şarkı biter
Şarkı biterken
Yuvarlanan fikirler
Düşünceler
Yiterken

Rüzgarı dinle
Müziği bırak
Rüzgarı dinle
Müziği bırak sen.






29 Nisan 2014 Salı

Alçakgönüllü Bir Nakavt (Kurmaca Alıştırmaları Üzerine Bir Eleştiri)


  Gökdemir İhsan’ın söyleyişiyle roman ve öykü boksa benzer: Roman sayıya oynar, öykü nakavt etmek zorundadır. İhsan, kendi labirentini kurup çıkmaya çalışanların akımı Oulipo’ya bağlı olarak yazdığı Kurmaca Alıştırmaları’nda ikinci kez okuruyla buluşalı dört yıl oldu. Kurmaca Alıştırmaları, Oulipo’nun en “şakacı yüzlerinden” Raymond Quenau’nun Biçem Alıştırmaları kitabında “biçemsel bir değişiklik” yaparak, ekseni üslûptan kurmacaya çevirmektedir.

  Bir öykü düşünün ki aynı şeyi anlatsın, bunu da 99 farklı biçimde yapabilsin. Raymond Quenau bunu 1947 yılında yapmış ve değinmek istediklerini sözcüklerdeki oynamalarla yepyeni bir biçimde okurlarına aktarmıştı. Şimdi aynı düşüncenin devamını getirmekte ise sıra; 63 yıl sonra aynı noktanın yaklaşık 3500 kilometre uzağında bir yazar, Quenau’yu selâmlayarak bu 99 kez evrilip çevrilen hikâyeyi 33 kere kurgulamaktadır. 

  Kurgularda İhsan’ın seçtiği karakterler ile üslûpların birbirine zıtlığı ve okurun dikkatini bu  yöne özellikle çektiği göze çarpmaktadır. “Dengeleyicilik” olarak adlandırılan bu etmeni Gökdemir İhsan kitabında özenle kullanmıştır. Ayrıca, olayların gidişatı okuru bir anda ters yüz edip şaşırtacaktır ki, bu da diyaloglardaki başarılı işleyişten kaynaklanmaktadır.

  Gökdemir İhsan’ın Okuru Gökdemir İhsan’dan Zekî mi?

  Gökdemir İhsan’a göre, evet. Kitaba yapılan olumsuz eleştirilerin birçoğu, Gökdemir İhsan’ın –Azmodern Kahraman’ca- alçakgönüllü entellektüelitesine(!) yönelik olduğu dikkat çekicidir. Olumsuz eleştirilerin sahiplerine göre İhsan, okuru gönderme yaptığı kitaplarla “ezmekte” ve aslında okuru “bir üst düzeye” davet etmektedir. Bu eleştirilerin anlaşılabilirliğini bir noktaya kadar vardırabiliyorum; yine de, Gökdemir İhsan’ın bir önceki cümlede yer alan “entelektüel” kelimesine kat’iyetle karşı çıkabileceğini varsayarak yazıyorum. Bu nedenle, kitabı “burnubüyük” bulanlara birkaç olasılık sunmak durumunda kalacağım: Önyargı, peşin hüküm ve önsezi. Gökdemir İhsan bizi düşünmeye davet eder; nitekim entelektüel tanımının içinde bulunan[1] “özel eğitim” kavramıyla değil, bozulmamış olanı arkasında taşıyarak yoluna çıkanları bünyesine katmakla o yolda ilerleneceğini birçok fırsatta bizzat belirtmiştir. “Daima okurun sizden zekî olduğunu düşünmelisiniz” sözünü de, yalnızca diyalogları doğallaştırmak ve öyküyü akıcı hâle getirmek için söylememiştir: Bu, aynı zamanda öğrencileri için kaybetmemeleri gereken bir ilkedir.

  Kendisiyle Hasbıhalda Bir Yazar…

   Kitabın önsözünde (aynı zamanda Raymond Quenau’nun Biçem Alıştırmaları’nı da Türkçe’ye çeviren) Armağan Ekici’nin de yazdığı gibi, “kendi kendine ve kimi zaman tüm dünyaya nanik yapan” bir kitapla karşı karşıya kalacak Kurmaca Alıştırmaları okuruna tavsiyem; “anlatı nedir” başlığı altında birer kuple masal, mit, senaryo ve Hollywood’dan oluşan çalışma yapmasıdır. Konu hakkında merak edilenler için Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi ve Christopher Vogler’in Yazarın Yolculuğu kitapları incelenebilir. Yazmakla ilgilenen okurlar, Gökdemir İhsan’ın yolundan gitmek isterlerse karakterleri oluşturup derinleştirmeyi çalışmak için; karakter havuzu oluşturabilir, Elias Canetti tarzında (bkz. Kulakmisafiri Elli Karakter) hayat hikâyesi şeklinde taslak hazırlayabilirler. Film izleyerek karakter ve diyalog çalışmak da Kurmaca Alıştırmaları’nı okumayı tam bir maceraya dönüştürecektir.





[1] Türkçe Sözlük, Dil Derneği, Ekim 2012, Entelektüel: Bilim, teknik ve kültürün çeşitli dallarında özel öğrenim görmüş (kimse), aydın, münevver.

Sınırlar Yaratmanın Yaratıcılığı (Biçem Alıştırmaları Üzerine Bir Eleştiri)

Diğer türleri “muhafazakâr” olarak sınırının dışına itme tehlikesine sahip bir kavramdır “deneysel edebiyat.” Bir kavrama isim koyarken onu sınırlandırmak zorunda olmanın yaşamın ne büyük bir parçası olduğu düşünülürse; bu eleştirinin ana konularından olan “sınırlandırmanın,” sık sık “belirleme” hatta “isim koyma” anlamlarına gelebileceği fark edilebilecektir.

Deneysel edebiyatın “oyuncu” türlerinden önemli bir tanesi olan Oulipo Akımı’nın tanımı -kurucu babaları François Le Lionnais ve Raymond Queneau’dan bazen birine, bazen de yekdiğerine nispet edilen- şu kısa cümledir: Firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar![1]

Kendi labirentini kurup çıkmaya çalışan bu “oyuncuların” başı Raymond Queneau, kitabı Biçem Alıştırmaları’nda bir öyküyü olabildiğince çok farklı şekilde yazarak, okuyucunun dikkatini üslûp üzerinde toplamayı hedeflemektedir.

Queneau’nun biçemle oynamasında kuşkusuz bu konudaki ustalığı önemli yer tutmaktadır, diğer yapıtlarına bakıldığında öykülerine yer olarak banliyöleri ya da metroları seçtiğini görecek okur için şu bilgi sürpriz olmayacaktır: Biçem Alıştırmaları’nın ana öyküsünün -yani kendisinden doksan dokuz farklı biçimde öykü çıkarılmış olan ana öykünün- yeri olarak bir otobüs seçilmiştir. Ana öyküde olup biten şundan ibarettir: Otobüsün yolcularından biri, içeride ilgisini çekecek farklı görüntülü bir başka yolcuyu aramaktadır. En sonunda kendince tuhaf şapkalı bir tane bulur ve bu adamı incelemeye başlar. Şapkalı adam, bir diğeriyle ayağına bastığı için tartışır. Daha sonra da korkarak uzaklaşıp bir yere oturur. Meraklı/meraksız ve doksan dokuz farklı özellikte olabilecek gözlemci, bir süre sonra bu adamı otobüsün camından yine görür.

Bu “sonu yok mu yani?” dedirten öykü ya da öykü parçası, Quenau gülmecesinin zekice bir parçası özelliğini taşımakta olabilir. Nitekim, kitabın çevirmeni Armağan Ekici de, Queneau’nun köklü kötümserliğini; üslûbuna yansıttığı gülmecedeki ustalığı ile sakladığını belirtmiştir. Bu bilgiyi dikkate alarak, yazarın sık işlediği sıradan insan yaşamında, ne gibi belirli sonsuzluklar ve belirsiz sonlar olabileceğine dair bir gülmeceyi de şöyle kurmuş olması olasıdır: Askıda bırakılmış bir öykünün defalarca ama başka türlü anlatımları yoluyla ve yaşayan çok iyi editörlerin varlığına sırtını yaslayarak.

Armağan Ekici kitabın “çevirmeni” olarak bana çevirmen kelimesini tırnak içine aldıracak denli iyi bir iş çıkarmıştır. Queneau’nun sinematografik düşünce gücünü çok iyi çözümlediği ve zeki yerelleştirmeleri ile Quenau ile birlikte “oynamakta” olduğu bu kitapta, dile ve biçeme hakimiyetiyle Ekici, okuyucuya göz kırpmaktadır.

Bu eleştiriye sığmayan ve aslında sığması gerektiği düşünülmeyen soru şudur: Armağan Ekici’nin dediği gibi; sınırlandırma, yaratıcılığı artırır ve hatta yazarı yaratıcı olmaya zorlar mı? Yoksa aksine onu kısıtlar mı? Bu eleştiride sözü geçen yazar, kitap ve bağlı bulunduğu akım bu konuda eleştiriler almış ve almaktadır. Edebiyat kuramlarına düşkün olsun veya olmasın, bu sorunun cevabını vermek isteyen her okurun Biçem Alıştırmaları’nı okuması gerekmektedir. Azmodern Kahraman olarak yaratıcılık ve Oulipo konusundaki düşüncem Armağan Ekici’den yanadır. Sözün kısası; bir öyküyü doksan dokuz farklı biçimde yazabilmek yaratıcılığı kısıtlamaksa, o yaratıcılığın kısıtlanmamışını bir an önce okumak isterim!




[1]Oulipo: Yaratıcılığın Sınırlandırmayla İmtihanı, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerince çıkarılan deneysel edebiyat dergisi Kırtıpil, Sayı 1

İnsanlık Kendini Kendisine Nasıl Anlatıyor? (Yazarın Yolculuğu Üzerine Bir Eleştiri)

Yazarın Yolculuğu
Bu yazı daha önce blog.babil.com'da yayınlandı


 Birçok öykü ve senaryo atölyesinin başucu kitabı olarak tavsiye ettiği bu kitap, Hollywood’un en çok para kazanan film şirketleri için öykü danışmanlığı yapan Christopher Vogler tarafından yazılmıştır. Yazarın anlattıklarından hareketle şunu söyleyebiliriz: Yazarın Yolculuğu kitabının temelleri, Vogler’ın bu şirketler için çalıştığı dönemden önce; Disney için öykü danışmanlığı ve öykü yazımı öğretmeni olarak öğrencilerine ve Disney için bu işi yapan tanıdıklarına, öykülerdeki temel kavramları açıkladığı uygulamaya yönelik ve oldukça kısa bir kitapçık oluşturmasıyla atılmış olsa gerektir. Nitekim bu kısa kılavuzu okuyanlar öykü yazar veya senaryoya katkıda bulunurlarken, Vogler’a teşekkürlerini iletip kılavuzun çok faydalı olduğunu belirtmişlerdir.

   Bu kitabın, kendinden öncekilerin başarılı bir harmanı olsa gerek. Bunun en güçlü sebebi, Vogler’in düşünce yapısının temellerini oluşturan kişinin Kahramanın Sonsuz Yolculuğu[1]kitabının yazarı mitolog Joseph Campbell oluşudur. Hatta yukarıda sözü geçen “kılavuzun” başlığı bile “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu için Pratik bir Kılavuz”dur. Vogler’in hocası Campbell bu eserinde öykünün şifresini kırmıştır. Bunu da insanlık tarihi kadar eski ve kendini sürekli olarak insan hayatında, öykülerde ve filmlerde tekrarlayan mitlerde bulduğu evrensellik ilkesini çok iyi işleyerek başarmıştır. Ancak yine de, Campbell’in analitik teoriye fazla bağlı olması kitabın üslûbunda meraklı bir okuyucunun sıkılmadan okumasını zorlaştıracak bir akademikliğe yol açmış; aynı anda birden fazla konudan bahsetmesi kitabın okunmasını zorlaştırmıştır. Yine de kendini geliştirmek isteyen bir öykücünün Yazarın Yolculuğu’nu okumadan önce veya bu kitapla birlikte Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu okumalarının kesinlikle bir zaman kaybı olmayacağı; aksine yazın çerçeveleri açısından çok yararlı olacağı tavsiyesini yapmak isterim. Yazarın Yolculuğu’nun okuma kolaylığı ve uygulamaya yönelikliği ile Campbell’ın öğretisini daha geniş kitlelere yaydığı söylenebilir. Elbette yalnızca Campbell’ın anlattıklarıyla kalmamış, kendi fikirlerini de ekleyip işlemiştir. Bunları eleştirinin devamında bulmanızı umut ediyorum.


Okuyucu Yazarın Yolculuğu’nda Ne Bulacak?

  Vogler, kitabında şu üç dinamikten bahsetmektedir: Mitoloji, öykü ve psikoloji. Yazmak isteyenlerin bu üç dinamiği çözebilirse, başarılı bir öykü ortaya koyacağı iddia etmektedir. Campbell’ın ortaya koyduğu bütün hikâyelerin tek bir mitten geldiği teorisinin[2] aksine Vogler’ın; bir öykünün mitlerden çok daha fazlası olduğu iddiası dikkat çekicidir. Yazar veya yazar adaylarına kılavuzluk etmesi için kitabın sayfalarına serpiştirilmiş olan çeşitli şekil ve kalıplar; Vogler’e göre kişisel yaşam serüveninde de öykücülere kılavuzluk edecek niteliktedir. Nitekim, “eğer yazar izlediği bir öyküden fiziksel tepkiler almıyorsa; onun izleyicilerin çocğunun” gibi deneyime dayalı düşüncelere de yer vermiştir.

  Yazarın Yolculuğu’na genel anlamda bakmak gerekirse; önce “Kahramanın Yolculuğu” kavramı üzerinde durmak gerekir. Buradaki Kahramanın Yolculuğu, mitolojiye ve çağdaş öykü anlayışına gönderme yapmaktadır. Bütün öyküler, mitler, peri masalları, düşler ve filmlerde ortak yapısal unsurlar bulunmaktadır ve Yazarın Yolculuğu’nda Vogler, okuyucuya bu unsurların kullanılışlarını anlatmayı hedeflemiştir. “Hikâyeler bize kendimizle ilgili ne söyler? Onlara neden gerek duyarız? Onları kullanarak dünyayı nasıl değiştirebiliriz?” Bu sorular, Yazarın Yolculuğu kitabının temel soruları olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır.

   İnsanların dînî bir deneyimi edinir ya da bir ritüeli gerçekleştirir gibi, tekrar tekrar aynı filmleri izlemelerinin sırrını çözmeye çalışırken, kitapta adı geçen hem klasik hem de çağdaş filmleri izlemek faydalı olacaktır. Bu filmlerde, Vogler’in bahsettiği Sıradan Dünya, Maceraya Çağrı, Çağrının Reddi vb. önemli bölümleri bulmak ve yine sık görülen arketipleri[3] o filmde bulmak öykücüye pratik yapma olanağı verebilir. Kitapta geçen arketip kavramını anlamak için, psikoloji bilimcisi Carl Gustav Jung’un “kolektif  bilinçaltı” kavramını açıklamak yararlı olacaktır: Jung, insanların bilinçaltına benzeyen kolektif bir bilinçaltının varlığını ileri sürmüştür. Kolektif  bilinçaltından peri masallarının ve mitlerin doğduğunu, bunun da bütün insanlığın düşlerini bir noktada birbirine benzettiğini söylemiştir. Bu da, adını önemsemeksizin; arketiplerin ne olduğundan çok, “işlevlerini” bir öykücü açısından önemli duruma getirmektedir. “Bir arketipin işlevini anlayabilirseniz,” demektedir Vogler; “bu, karakterin öyküde tam anlamıyla kendini gösterip gösteremediğine karar vermenize yardımcı olur.” [4] Arketiplerin tek tek açıklandığı detaylı bölümler ile birlikte genel bir özetin yapıldığı toplama bölümler de kitapta sıralanmıştır.  En yaygın ve kullanışlı arketiplerin (örneğin kahraman, rehber, eşik gardiyanı, haberci, biçim değiştirici) neler olduğu ve bu arketipleri işlevlerine göre nasıl kullanmak gerektiği açıklanmıştır.


Yazarın Yolculuğu Bir Formdur, Formül Değildir Diyenlere Cevap
  
  Yazarın Yolculuğu kitabı –başta bahsedildiği gibi uygulamaya yönelik kısa bir kılavuz iken bile sanatçılar ve eleştirmenlerce olumsuz eleştiri yağmuruna tutulmuşsa, tam bir kitap şeklini aldığında neler söylenildiğini siz düşünün! Olumsuz eleştirileri yapanlar, kitapta önerilenlerin değiştirilemez bir formül olduğunu ve bunun yaratıcılığı öldüreceğini düşünmektedir. Sanatın tümüyle sezgisel bir süreç olduğunu ve kurallarla yönetilemeyeceğini öne süren bu eleştirilere kitabında belirttiği üzere Vogler de katılmaktadır: Her sanatçının içinde bütün kuralların özünde bir ilkesizlik ve kişisel yaratıcılık yatmakta olduğunu belirtmektedir. Ama, bu bile bir ilkedir ve Yazarın Yolculuğu’ndaki formülleri uygulamaktan şiddetle kaçınıp ona karşı çıkanlar bile kuralların bazılarını uygulamaktan kaçamamaktadır.

   Açıkça, bir eleştirici olarak ben de Vogler’e katılıyorum. Kendisinin “Kahramanın Yolculuğu” olarak adlandırdığı bu kurallar bütünü, bir formül değil: olsa olsa bir çerçevedir. Harfi harfine onu uygulamak ortaya birbirinin aynı eserler çıkaracaktır; ama ustaca değiştirilirse ve o kalıplarla “ne yapıldığı bilinerek” oynanırsa yazarın yaratıcılığı kendini gösterecektir. Değişkenleri hissettirmek için bazı şeyleri sabit tutmak zorundasınız. Bunu kabul etmeyenler olacaktır, onlara verilebilecek cevap da “en azından şimdiye kadar ne yapıldığını bil, istemezsen yapma” olabilir. Bu bile, yazarın kalemini güçlendirecektir; düşüncesindeyim.

     Benim Vogler’ı “olumsuz eleştireceğim” nokta başka olacak: Vogler, daha önce Joseph Campbell’ın Yola Çıkış, Erginlenme ve Dönüş olarak aldığı üç ana başlığı Maceraya Giriş, Mağaranın En Karanlık Yerine İniş (Bu Bölüm Campbell tarafından Balinanın Karnı olarak adlandırılmıştı) ve Geri Dönüş olarak incelemiştir. Yer yer gelenekselci bir anlayışa yakın dursa ve Campbell’ın öğrenciliği gereği mitler ile masallara göndermeler yapsa da;   bu üç ana başlığını incelerken geliştirdiği yöntemlerin temellerini sağlam açıklamalar üzerine oturtamamıştır. Bu noktada, Yazarın Yolculuğu kitabından önce Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabını okumuş olduğumu belirtmek isterim.

Campbell ile Vogler arasındaki görüş farkını ve Vogler’i eleştirdiğim noktayı açıklamak için şöyle bir örnek vermeliyim: Vogler, Freudyen teoriye bağlı olduğu için insanlar arasında bir “vicdan” kavramından bahsetmektedir. Ama temellendiremediği nokta, bu kavramın aslında nereden geldiğidir. O kısma değinmeyi pek düşünmez, çünkü değindiği anda, gelenekselci tavrı incelemeye yönelmesi gerekecektir. Uzun lafın kısası, (Campbell’ın anlattığı mitlerce de desteklenen) geleneksel anlayışta vicdan değil, bir dalga – deniz kavramı ortaya çıkar: Bu anlayışa göre, vicdanı sızlayan insanın vicdanını sızlatandan bir farkı yoktur. Bu da tüm varlığın geldiği bir noktayı, evrenin kendisini işaret eder. Dalganın denizden farkı yoktur anlayışı bu şekilde açıklanabilir. Dalga denizden bağımsız olamaz. Benlik, mutlak olandan bağımsız olamaz. 

Bu örnekten hareketle diyebilirim ki, Vogler’in eseri, Gölge başlıklı bölümün bitişine kadar Campbell’la yer yer paralellikler göstermektedir. Bunu, Campbell’ın mitlerle ve tarihi aşan bir tarihsellikle değindiği isimleri zaman zaman Hollywoodvari tanımlarla değiştirerek veya aynen alarak yapmaktadır. Kitabın ikinci yarısında yer alan Yolculuğun Aşamaları ile İksirle Dönüş bölümleri arası, Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu ile karşılaştırılırsa doğru algılamaya yardımcı olacaktır. Gelgelelim, Vogler’in her öyküde bulunabileceğini belirttiği Müttefik, Üçkâğıtçı gibi karakterler; geleneksel anlatıda kendine sıklıkla yer bulamamaktadır.

Sonuç olarak, hem öykü ve senaryo yazacaklara, hem de belli filmlerin neden gişede çok başarılı olduğunu merak edenlere yararlı bir kaynak niteliğinde Vogler’in Yazarın Yolculuğu. Öte yandan, geleneksel anlatıdaki “asıl mesele” yani “varoluş” kavramını bir çeşit “içsel sorun” olarak sunduğundan; önemli olanı merkeze almamasını yanlış bulmaktayım.




[1] Joseph Campbell, The Hero with a Thousand Faces, Kabalcı Yayınları, 2. Baskı, 2010
[2] Bkz. Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, “Monomit” başlığı, s.11-52
[3] “Arketip” kavramı Vogler’in de bahsettiği, peri masalları ve mitlerde sürekli tekrarlayan karakter tipleri ve ilişkileri anlatır. İlk defa psikoloji bilimcisi Jung tarafından kullanılmıştır.
[4] Adı geçen kitap, s.65

12 Mart 2014 Çarşamba

Bazıları Vardır...

 İnsanların çoğunun devamlılığı olan takımları tuttuğunu belirlemiş bir yazı okudum. Bunun nedenini, insanların kimlik ve aidiyet gibi ihtiyaçlarını orada tatmin etmeleri olarak yorumlamış yazar. 
 Ama bazıları da vardır ki, demiş; cins kafalardır, takım tutmazlar. 

 Bazıları vardır, taraf da tutmazlar. Onun gibi. Bazıları vardır "aşık" da olmazlar tırnak içinde. Onların aşkı bir vücudu arzu nesnesi hâline getirmekten ve elde edince sönmekten başka türlü olmalıdır. Sanırım, sönecekse yanmaz. Önceden bilmekten. Kafaları karışmaz mı? "Mükemmellik aynı zamanda bırakmaktır" söyleminden? Bazıları, kafalarıyla hareket etmez. Gönülleriyle eder.


Söyleyecek sözleri, dünyayı kurtarmak için duydukları sınırsız arzuya rağmen; büyük bir tevazu içinde akar. Bir eğlence, bir gösteri, kimseye saygısızlık etmeden yapılmış soylu bir alaydır bu onlar için. 
 Onların gönlü de, gözü de kendilerinden geçmiştir. Gözünü gönlünü kendinden öteye çeviren, kendine doğmaz da ne olur?

 Bakan gözlere görmek mümkündür ki, kutsal kitaplarda ya da en kötü kâbuslarımızda anlatılan o günler gelmiştir. Şu anda yaşanmaktadır. Renê Guenon'un gözleri bunu görmüştü. Ve yine görmek mümkündür ki, hayatın en küçük bir köşesinde kutsal kitaplardaki "cennetlerden" ya da en tatlı düşlerimizden bir parça bulunabilir. 


(not: Yazım, Selman Bayer'in 2.1.2011 tarihli yazısından alıntı ve çağrışımlarla yazılmıştır.)

18 Şubat 2014 Salı

Kanaatkâr Kedi ve Rahat Arkadaşı


 -Kafese tıkıştırdılar beni gene. Neyse, buna da şükür. Kaburga kemikleri kadar sert bir kuleye tırmanmaya başladık. Gri renkli olduğunu duydum. Ama cevap veremedim. Zaten biz kedilerin renk körü olduğunu da duymuştum. Ama cevap verememiştim.


 -Hımm...



 -Tırmandıkça zıpladım, tırmandıkça zıpladım. Yani ben belediye başkanı olsaydım böyle yapmazdım tabii bu metrobüs denen şeyi asansörsüz, yürüyen merdivensiz. Hastası var, yaşlısı var. Ama neyse, şükretmeyi bilmek lâzım.



 -...



 -Biz bu bıyıkları değirmende ağartmadık Pamuk Efendi. Bu gözler neler gördü, bu patiler nelere dokundu. Dile kolay. Tam altı yıl!



 -Hı hı abi.



 -İşte geldik. Şu ileride gördüğün, metrobüs denen kaburgadan daha yumuşak, ama kesinlikle buttan ve balık etinden daha sert, silindir biçiminde -bunu insanlardan öğrendim- ve ileri gidip birden duran bir araçtır.

 -Ha? Ha...

 -Metrobüse girerken ayağını-ayağını koru. Kafestesin ama, maazallah. Hah! İşte metrobüsün vazgeçilmezi sille tokat kavgalardan biri. Sağda olup bitiyor. Yav kardeşim, ölümlü dünya. Şu dünyada yiyeceğin bir etle bir tas süt diyorsun, anlatamıyorsun ki azîzim. Haklısın sen de... Biz kedilerin doğasına aykırı bu kanaâtkârlığım. Ama ne yapayım be kardeşim? Kedi olacağız diye dünyayı kendimize zindan mı edelim yani? Aaa... Bak bak. Talih bize güldü işte. Metrobüsün benzini bitti. E duymuyor musun "hoppalaa" seslerini, bedduaları? İşte millet de çantaları yüklenip yürümeye başladı. Birazdan bizim kafesleri de yüklenirler. Heeeh. Dedim sana.

 -Hı hı. Evet.

 -Talih bize güldü demedim mi sana ben? Şükür yarabbime. Bu yürüyenler biz de olabilirdik şimdi. Oh... Hele şu altı bebek arabasını koca kutunun içinde taşıyan kadına bak Pamuk! Şu İtanbul insanının bu yönünü seviyorum işte. Hiçbir zorluk karşısında yılmıyor. Değil mi? Bak adama, dolu damacanayı nasıl taşıyor yahu!

 -Hımm...

 -Yalnız, herkesin yola inmiş yürüyor olmasına rağmen şoförün en önde yürümesi nedir Pamuk? Bu nasıl bir görev bilinci. Vallâhi pes! Helâl olsun. Yok. Yok kardeşim... "Bomba mı varmış" diye konuşuyorlar. Ah konuşabileydim de bilgimi aktaraydım. Her şeyde bir hikmet vardır Pamuk Efendi. Sen yaz bi kenara yine de bunu.
 Off... Bu tasma da sıktı be... Bakma öyle yahu. İlk defa birşeyden şikâyet ediyorum. Biz de Allahın bir kuluyuz sonuçta Pamuk Efendi kardeşim. Şu kadına bir miyavla da iki dakika hava alalım. Metrobüse gizli saklı bindirdi bizi, bu örtünün altında unuttu galiba. Şu anda şu delikten ancak manzaranın yarısnı görebiliyorum. Hadi gözünü seveyim Allahın aşkına miyavla. Hadi be allasen...

 -Miyau.

 -Bu adam kim yahu? Allahım sen hayırlar nasip et. Üstüme iyilik sağlık. Salat eyle Allahım hayırlar nasip et yarabbim. Pamuk birşeyler yap kardeşim. Bir şeyler söyle.
 -Bir teselli ver. Bir teselli ver. Yarattığın mecnuna bir teselli ver.

11 Şubat 2014 Salı

Metrobüsün En Yeni Yolcusu

- Neyse ya... Dedim şu övüp durdukları metrobasla gideyim burdan. Craigslist'ten bulduğum, bana evini kiralayan ahmak "çabuk gidersin bro" demişti, "nası bişey biliyo musun; ne sabvey, ne bas. Bunun adı metrobas."

...

 Yok be kızım, sabveyin hızı, basın bası. Aman işte keşmekeşi...

 Kapı açıldı, üçüncü dünya ülkesinde bedava beyaz eşya dağıtılan açılıştaki gibi arabanın içine daldı insanlar. Nasıl bir itişme, nasıl bir kakışma. Fak!

 İnsanlar birbirini ezmekten çekinmiyor. Oh mondiyö, dedim.

 Ha, bi de bıyık meselesi... Bıyıklı bi herif vardı arkamda. Abi yanında altıyla bir bebek arabası taşıyabilecek kadar güzel hatları olan karısı bulunmasına rağmen gözlerini kalçalarımdan alamıyordu.

 Ha ha ha tabii! Bu eziyeti çeken sen değilsin. Şimdi bizim ev sahibi ahmağın bıyıklı kız arkadaşını daha iyi anlıyorum. "Bıyığım olsa İstanbul'da daha kolay yaşardım" demişti! Alo? Ha, van mor ting, şoför sağırdı beybi. Evet, abartmıyorum. Sağırdı. E niye mi? 

 Metrobasın kapısı açıldığında gitmem gereken yer o olduğu için "Çultanaamet" dedim. Şoför bezmiş şekilde gözlerini öteki tarafa devirdi. Evet! Hiçbi cevap vermedi. Arka tarafta bi kahkaha koptu. O an yüklendiler arkamdan ve kahkahadan uzaklaştım. Ay donnow ama "Cem Yilmaz" diyolardı adamlar bana bakıp bakıp. 

 Neyse, yüklendiler yüklendiler. "Hey men vat da hel is going on hiır" dedim. Bıyıklı adam o kalabalıkta beni yeniden bulmuştu. Net bişekilde hissedebildiğim tek şeydi. Bıyığının olmaması, erkek olsan da taciz sebebi.
 Adam mırıl mırıl bizim barlarda çalan blues parçalarından birini mi söylüyordu bu arada, yoksa havasızlıktan içim mi geçmiş bilmiyorum. O rezalet öğütülmüş haşlanmış yumurta kokusu... Ow gaad! Ne? Senin de kahvaltıda haşlanmış yumurta yediğini biliyorum Stefani. Onun kokusu adamın ağzından gelmiyor zaten. Üf!

 En sonunda dayanamadım, ışıklar da sönmüşken adama çaktım yumruğu. Karanlıkta ona mı çaktım, bana kim çaktı anlayamadan; herkes birbirine girdi. Ama tek hissedebildiğim, altı bebek arabası taşıyabilecek kadar büyük olan o kadının altında kaldım bir ara. Onu biliyorum. 
 Baktım kaçış yok, bu metrobasta ölüp gidicem, öğrendiğim iki kelimeyi bas bas bağırdım: "Bomba vaaaar!"

 Det miıns bomb alert. Herkes o kadar hızlı kaçtı ki, metrobas otuz saniyede boşaldı meen. Hadi, sadece bi telefon hakkın var dediler. Gel de şu parayı öde. Çıkar beni bu delikten.
...

 Abiy, abiy. Şu şarkıyı bi deha açsane.

-Şş, Birol uyuklama len. Şu gavur şarkıyı aç diyo lan. Rıfat! Damacana söle oğlum sen de.
-Açıyorum abi.
"Bir teeeeselli ver..."
resim: Bir metrobüs hatırası

6 Şubat 2014 Perşembe

Frida Kahlo


Kaybedecek çok şey var
Kanıtlayacak ne çok şey
Hiçbirşeyin etrafında koşmak
Herşeyi bir çırpıda dolaşmak

Geri dönmeye değer ne varsa söyle
Savaşmaya değer ne varsa söyle
İnanmam için yalan söyle



Hep mi güzel olursun canım, yuh
Hep mi güzel olursun canım, yuh

Sanki Frida Kahlo
Sanki Frida Kahlo



Kapılar kapanmak için mi
Kapanıp açılmak için mi
Dinle beni pek çok risk aldım
Koşacağız, başka çare yok

E hadi söyle derdin gün geçirmek mi
Geçirip nedensizce seçilmek mi
Yoksa yerlere saçılmak mı
Frida Kahlo benim olabilir mi?